Zeynep Gedizlioğlu: "Müziğin kendisinin bir cinsiyeti yok"
1 Eylül 2021"Sanatçı, eserindeki hayal gücü ve fevkalade el becerisinin yanı sıra, alışılmışın dışında bir ifade biçimine yönelik cesaretiyle insanı büyülüyor.''
Zeynep Gedizlioğlu, Almanya'da son yıllarda adından sıkça söz ettiren ve çok sayıda hatırı sayılır ödüle layık görülmüş bir besteci. 2018'de "Heidelberg Kadın Besteci Ödülü"ne layık görüldüğünde jüri, kararını yukarıdaki ifadelerle gerekçelendiriyordu.
Yaklaşık yirmi senedir Almanya'da yaşayan ve Bonn'daki Beethoven Festivali'ne ikinci kez konuk olan sanatçıyla İzmir'de başlayıp Berlin'de devam eden müzikal yolculuğunu, "köklerinin" ve beraberinde getirdiklerinin müziğine etkisini ve "kadın müzisyen olmayı" konuştuk:
DW Türkçe: Zeynep Gedizlioğlu kimdir? Müzikle nasıl tanıştınız?
Zeynep Gedizlioğlu: 1977 İzmir doğumluyum. Annem tiyatrocu, babam ressam. 8 yaşında İstanbul'a taşınana kadar İzmir'de yaşadık. Annem de babam da kendileri müzik yapmamalarına rağmen hep müzikle iç içelerdi. Onları yoğun bir şekilde izledim çocukluğumda. Babamın çalışırken dinlediği müzikleri ben de 7-8 yaşlarında dinlemeye başladım. O da benim ilgimi fark edince "bak, burada da şöyle bir kaset var, şu albümü dinledin mi?" gibi belki de çaktırmadan yönlendirdi beni.
Ne tür müziklerdi dinlediğiniz?
Mesela ilk inanılmaz etkilenerek ve şaşırarak dinlediğim müzik, Deep Purple'ın "Perfect Strangers" kasetiydi. O zaman tabii kaset kayıtları vardı (gülüyor). Neye benzediklerini hiç bilmeden, kim olduklarıyla da açıkçası hiç ilgilenmeden sadece akustik bir olay olarak beni çok heyecanlandırmıştı ve adeta yeni, çağdaş müzik gibi dinlemiştim. Progresif ya da deneysel rock beni çok etkilemişti. Bu müzik dinleme yolculuğunun bir yerinde de benim için müziğin tutkum olduğu ve müzik yapmak istediğim netleşti. Böylece 11 yaşında konservatuara kabul edildim ve müzik eğitimime obuayla başladım. Liseden itibaren de Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuarı'nda bestecilik ana sanat dalına geçtim. Üniversite sonrası bir yıl kadar farklı yerlerde müzik teorisi hocalığı yaptım. Ayrıca farklı gruplar için ki bunlar içinde annemin yazdığı ve yönettiği oyunlar da vardı, müzik yapmaya devam ettim. Bu süreç sonunda gitmek istediğim netleşti.
Ve Almanya'ya geldiniz?
Önce Almanya yoktu aklımda aslında… Biraz tesadüfi oldu. En yakın arkadaşım Almanya'ya piyano okumak için gitmişti. Her tatile gelişinde bestecilerin orada ne kadar iyi şartlarda okuduğunu, çalıştığını, bestelerinin müzisyenler tarafından konserlerde icra edildiğini anlatırdı, özellikle bu beni çok cezbetti; yazdığın besteyi duyabiliyor olmak…
Türkiye'de durum nasıldı?
O anlamda bugünkü durumdan daha farklıydı. Benim o zamanlar yaptığım bir besteyi duymam için neredeyse hiç imkan yoktu. Solo bir besteyse, örneğin piyano soloysa mümkündü belki. Ama 8 ya da 10 kişilik bir oda müziği bestesi yaptığımda sonuçta yazıldıktan sonra bir rafta kalıyordu.
Neden?
Sistem öyleydi. Bu anlamda antenler henüz çok açılmamıştı. Eğitimin kalitesi çok yüksekti, sadece uygulama kısmı belki biraz arka planda kalıyordu. İşin teorik kısmıyla ve 'bizden önce neler olmuş' kısmını el işi anlamında öğretmekle, onun eğitim sistemini kurmakla o kadar yoğun bir şekilde meşgullerdi ki belki diğerine fırsatları kalmıyordu. Ayrıca belki de finanse de edemiyorlardı o zamanlar. Bu da önemli bir etken olabilir.
Yaklaşık 20 yıldır Almanya'dasınız. Bir sanatçı olarak, İstanbul'u, Türkiye'yi yanınızda getirdiğinize inanıyor musunuz? Bazı eserlerinizde, örneğin "Jetzt - Mit meiner linken Hand"da biraz İstanbul ve şehrin kaosu duyuluyor gibi.
Bu işin önceden belirlenebilecek bir tarifi yok. Birazcık Doğululuğumu işin içine koyayım, birazcık Türklüğümü, onu da ne bileyim Batı malzemesiyle sentezleyeyim gibi baştan yapılan hesaplarla olan bir iş değil bu. Benim için de bir fark ediş halinde gerçekleşti geldiğim yerle bağların müzikte kendini gösterişi. Köklerin, çocukluk ve gençliğin geçtiği yerlerin müziğimde ortaya çıkmasına izin verebileceğimi fark ettim. "Jetzt - Mit meiner linken Hand" da o sürecin sonucu ortaya çıkan bestelerden biri. Buradaki ilk yıllarımda açıkçası buna izin vermedim, hatta erteledim birazcık.
Neden?
İlk geldiğim dönemde kültür çevrelerini gözlemlediğimde iki taraflı bir kategorizasyon gördüm. İnsanları kültürleri ve geldiği yerler bağlamında belirli raflara koyma eğilimi hissettim. Bu bana adeta iki tarafın da oynadığı bir oyun gibi geldi. Bazı klişelerin her iki tarafça yeniden üretildiğini gördüm. Bu hiç hoşuma gitmedi ve bir parçası olmak istemedim. Bu nedenle öncelikle bir mesafe aldım ve izin vermeyi bekledim. Kendi kültürümden gelen bir şey, örneğin "İzmir melodileri benim müziğimde duyulabilir, buna izin verilebilirim" diyebilmek için müzikle ilgili olan bir sebep bekledim. Yani dışarıdan bir etken değil; öyle bir şey olsun ki ben gerçekten onu yapmak isteyeyim. Ve bu bir besteyle oldu. O mesafeyi almasaydım zannediyorum kendi kültürümle böyle otantik bir karşılaşma yaşayamazdım.
Biraz da "kadın besteci" olmayı konuşalım. Belirli alanlarda, örneğin kadınların o mesleği icra etmesi alışılageldik bir durum olarak görülmüyorsa, genellikle yaptığı işin başına cinsiyet kimliği bir sıfat olarak ekleniyor. Bir sanatçı olarak bu size ne düşündürüyor?
Evet, bu çok kompleks bir soru aslında. Bana bestecilik çalışırken "İstanbul'da okurken tek kız öğrenci sen miydin?" sorusu geliyordu mesela. Tek kız öğrenci değil, tek öğrenci bendim aslında ilk girdiğim dönem (gülüyor). Ve böyle bir şey de mümkündü o zaman. Bir yıl kadar bir tek bendim ve benim için bestecilik bölümü açıktı. Sonra yavaş yavaş insanlar gelmeye başladı. Ve bir dönem hatta hatırlıyorum biz çoğunluktaydık kız öğrenciler olarak. Ama hiç kimse bu meseleye kafa yormuyordu. Bugün de benim beste yaparken hiç düşündüğüm bir şey değil bu. Çünkü müziğin kendisinin bir cinsiyeti yok. Sonuçta benim ortaya çıkardığım bir şeyi dinlerken, "evet, bu kadın ya da erkek" demiyorsun. Bununla da ilgilenmiyorsun kimlik anlamında.
Peki, kadın bestecilerin desteklenmesi konusunda ne düşünüyorsunuz?
Kadın bestecileri desteklemek çok doğru bir şey. Daha da yapılmalı, henüz çok eksik. Ama orada paralel giden birkaç hat hissediyorum. Biri bu destek ve politik anlamda da çok olumlu bir şey. Ama başka bir hat daha var gibi, o da kültür politikalarını etkileyenlerin dikkat etmesi gereken bir şeye işaret ediyor: Bir bestecinin kadın olması gerçeğini o bestecinin önüne gelecek yeni bir zorluk haline getirmeden desteklemeliler kadınları. Kadın bestecilere verilen destek üzerine nasıl konuşulduğu da belirleyici. Bunu sürekli izole edici bir şekilde yapmaya devam ederseniz, sonuçta kadınları yine işleyen bir şeyin dışında bırakıyorsunuz. İçine entegre etmek için ideal olan kadınların daha da çok desteklenmesi ve bunun sürekli üzerine konuşulmadan yapılması. Örneğin sezon konserlerinde de kadın bestecilerin yer alması gerekiyor. Kadınlar için ayrı festivaller düzenlenmesi de gerekli ve bu olumlu ama bunu bir "trend" olarak düşünmemek gerekiyor. Kadın bestecileri desteklemek denilen şeyi yeni bir trend olarak ele alırsak bu bir ilerleme değil, gerileme haline dönüşüyor. Bunun farkına varılması lazım.
Bahsettiğiniz eksiklik Almanya ve Avrupa için de geçerli mi, yoksa salt Türkiye özelinde mi?
Hayır, Türkiye'ye has bir durum kesinlikle değil, bence global bir şey. Kimlik, sanat, siyaset gibi büyük kavramlara farklı bakış açılarıyla ve bu farklı bakış açılarının birbiriyle çelişmesiyle ilgili.
Almanya'da, hatta Avrupa'nın genelinde tanınan bir sanatçısınız. Hatırı sayılır bir dizi ödülünüz var. Türkiye'de de daha bilinir olmak, daha çok ses getirmek gibi bir beklenti ya da bu konuda hayal kırıklığınız oldu mu?
Hayır, olmadı aslında. Henüz öğrencilik dönemimde burada beste yaptığım besteler Türkiye'de de yavaş yavaş duyulmaya başladı ve Türkiye'den giderek yoğunlaşan bir ilgi gelmeye başladı. Mesela ilk büyük orkestra eseri siparişimi Almanya'dan değil, Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası'ndan aldım 2012'de. "Kayıp Sessizliğin Anısına Rağmen'' adlı bir eserdi ve Lütfi Kırdar Kongre Sarayı'nda prömiyerini gerçekleştirdik Gürer Aykal yönetiminde. 2019'da da İstanbul Müzik Festivali'nden aldığım siparişle bir prömiyerim oldu. Yani bir nevi burada kurduğum şey, adım adım oraya da yansımaya başladı ve oradan bir ilgi gelmeye başladı.
Beethoven Festivali için 2013 yılında bestelediğiniz "Durak"tan sonra bu festivale ikinci katılışınız. Bu kez "Entlang der Lieder" (Şarkılar boyunca) ile katılıyorsunuz. Zannediyorum bu parçayı besteleme süreciniz pandemiye denk geldi. Nasıl bir süreçti bu? Ortaya nasıl bir eser çıktı?
Bu beste üzerinde çalışmaya pandemiden önce başlamıştım aslında. Sonra pandemi geldi ve benim de çalışma sürecim önce kesildi. Öncelikle alışık olduğum çalışma ortamından sökülüp alınmış oldum. Çünkü çok severek kütüphanelerde ya da kafelerde çalışan biriyim. Yalnız olmak istiyorum ama bir oda içinde yalnız kalmak istemiyorum… Dolayısıyla besteleme süreci uzun bir süre durdu. Sonra tekrar başladı. Sık sık kesilen ve tekrar başlayan uzun bir süreç oldu. Bir nevi günlük yazar gibi gelişti büyük bir kısmı. "Şarkılar boyunca" ismi de onunla alakalı. Melodi kendini belli eder gibi oluyor, ortaya çıkıyor, ses bir şey söylüyor fakat tekrar başka bir aksiyon tarafından kesiliyor ya da susuyor. Hiçbir melodi çizgisi gerçekten başlayıp da sonuna kadar gidemiyor…Orada bir tür bir çaba var. Bu beste o çabanın, o durup tekrar başlayıp, sonra tekrar durmak zorunda kalıp, sonra yine de devam eden çabanın hikayesi haline geldi.
Söyleşi: Sinem Özdemir
© Deutsche Welle Türkçe